16 Nisan 2024 Salı

Brezilya Seyahati

Aslında sürpriz oldu; TAP Portekiz Havayolları’ndan bulduğumuz biletler gerçekten çok ucuzdu. Seyahati de bu sefer tamamen eşim planlayınca, bana öğleden sonra klinikten çıkıp, 3 saatte bavulları hazırlayıp, aynı gece uçağa binmek düştü. Hayatımın en sorumsuz, en plansız ve en laid-back seyahatiydi :)

ilha grande

paraty

hamaklı kitap keyfi <3

14 saatlik uçak yolculuğu sonrası Sao Paulo’ya varınca, kendimize gelmek için havaalanının yakınındaki Marriott’ta bir gece kaldık, ertesi sabah erkenden (Türkiye ile saat farkı -6, Almanya ile de yaz saati nedeniyle -5 olunca, hakikaten erkenden) yeniden havalanına gidip, kiraladığımız arabamıza kavuştuk. Eşim aceleden ehliyetini Almanya’da unuttuğunu fark edince, bir başka hoş sürpriz de benim direksiyona geçmek zorunda kalmam oldu. Sao Paulo dünyanın 4. büyük kenti olduğu için, İstanbul’la karşılaştırıp biraz çekindim ama alakası yokmuş. İnsanlar çok saygılı, trafik kurallarına herkes uyuyor. 

ilk ama son olmayan caipirinha :))

kaldığımız yerlerden biri ve 
Brezilya'nın meyve ve pasta ağırlıklı kahvaltısı

Kiralık arabamıza atladığımız gibi, kendimizi dağlara, ormanlara vurduk. İlk durağımız İtatiaia kasabası oldu, sonra Rio de Janeiro’da 3 gün, ardından tropik bir ada olan Ilha Grande’de 5 gün, yine bir sahil kasabası olup, sömürge dönemi mimarisiyle ve taş yollarıyla ünlü Paraty’de de 3 gün kalıp, yeniden Sao Paulo’ya döndük. Bu “elips şeklindeki” rotayı, 15 gün için aşırı öneririm, Brezilya’ya ilk defa geldiyseniz, “herşeyden biraz” var: ormanlar, okyanus, gastronomi, kültür sanat, gündelik yaşam deneyimi ve elbette graffiti:




Türk insanı tipi nedeniyle Brezilyalıya çok benziyor gerçekten ve sokaklarda herkes benimle Portekizce konuşmaya çalışınca, ikinci gün ben dili çat pat çözmeye ve bizimkilere tercümanlık yapmaya başladım! Bizimkiler şok oldu, itiraf edeyim ben de şaşırdım ama yahu anlıyorum ben bu dili! Beden dillerimiz çok uyumlu belki biraz ondan, ama bence 3-5 hafta kalsam ben bildiğin Portekizce konuşmaya başlayacaktım :)) çok komik ve şaşırtıcı bir durum değil mi?! 

En çok nereyi sevdin dersen; ada dışında benim en çok hoşuma giden, Paraty ve ormanların içinden geçtiğimiz maceralı SP dönüş yoluydu. Direksiyonda baya ter döktüm ve eşim “işte şimdi Bolivya’daki Kuzey Yungas Yolu’na hazırsın” diye dalga geçti durdu ama itiraf edeyim, seyahatin ennn keyifli 4 saatiydi. Hele karşımıza çıkan sürpriz şelaleler, yolda karşıdan karşıya geçen piton yılanının zarif süzülüşü ve mola için durduğumuz su başındaki örümcek efsaneydi.




Brezilya sadece doğasıyla değil, kültürel çeşitliliği (Japonundan Finlandiyalı komününe, en koyu siyah tenden en açık beyaz tene) ve hiçbir ülkede görmediğim kadar derin hoşgörülülüğüyle de beni çok etkiledi. Ne olursan ol, Brezilya’da “kabulümsün”.. Bayıldım ben bu kültüre! İnsanı sıcak ama mesafeli, asla yanına gelip konuşmuyor, birşeyler satmaya çalışmıyor, hatta seni pek umursamıyor ama birşey sorduğunda nazik ve yardımsever. Ha tabii 2 hafta boyunca İngilizce konuşan belki ancak 4 kişiye denk geldik ama google translate denen bi’şey var yahu, artık dil seyahat için sorun değil.. 




Ama para sorun. Brezilya pahalı bir ülke. Günlük harcamanız bir Avrupa ülkesi seyahatiyle aynı (merak eden olursa ayrıntılı yorumda anlatabilirim) fakat asıl sorun: kağıt para geçmiyor ülkede! Aynen İskandinavya gibi Brezilya da özellikle Corona sonrası (ve tabii şehirlerdeki güvenlik sorunu ciddi düzeyde olduğu için) parayı kaldırmış. Biz genelde Apple Pay ve kredi kartı kullandık ama oteller, uçak bileti ve günlük harcamalar kredi kartı limitimizi iki defa arttırmak için Almanya’daki bankaya telefon etmemize neden oldu. Brezilya seyyahları bu konuda dikkatli olmalı.

ya da kumsal alışverişi :)) 
ihtiyacın olan her şey: bikini, şapka, caipirinha

copacabana bomboşken :) 
almanlar bu havada ve dev dalgalara rağmen tabii ki yüzer!

Yeme içme eh işte; genelde kızarmış ya da ızgara balık yanında pirinç pilavı, patates kızartma, salata heryerde klasik ve en ucuz menü (fiyatlar Avrupa'yla yarışıyordu). Yöresel ve mutlaka denenmeli diyeceğim yemeklerse; Frijoles negros yani kara fasülye, pao de queijo (peynirli puf poğaça), coxinha (içi tavuklu bizim güneydoğu mutfağındaki içli köfte gibi kızartma işler), içi peynirli ya da kıymalı aynen bizdeki çiğ börek tadındaki pastel ve tatlı olarak da Açai (bizdeki pepeçura ama üstüne kinoa ve meyveler ekliyorlar, muhteşem bir şey). İçecek tabii ki Caipirinha (limonlu olan klasik, kiwilisinden daha iyi) ve çocuklar için bir tür kirazlı gazoz olan Guarana.

ve tabii hindistancevizi sütü

biberler ve baharatlar

ilk defa gördüğüm annona meyvesi (muhteşem bir tadı vardı)
brezilyalı arkadaşıma sorunca bilemedi, 
resmini gösterince aaa fruta do conde, bu meyvenin bin farklı ismi var dedi :)) 
sonunda kendime benzeyen deli bi meyve buldum!

pazardan tazecik balıklar

yine caipirinha, hep caipirinha.

Mutlaka yapın diyeceğim şeyler; 

1). Sao Paulo’da merkezdeki sanat müzelerine ve Japon komünü’ne (Liberdade) gidin ve tepeleme sushi yiyin, incik pincik Japon ıvırzıvırı satın alın. Kolyelik, yüzüklük ve küpelik pahalı ve doğal ham taşlar da bölgede çok ucuz. İlgilisine.
2). Rio'da efsane sarı tramvaya binin, en tepeye dek tırmanın ve tüm şehre, fakir mahallelere (favela) ve artizan mahallelere yukarıdan bir göz atın. Favela'lar gezmek için asla güvenli değil aklınızda bulunsun.
3). Paraty bence fazla turistik ama bir gece pazarları ve artizan el işlerini görmeden geçmeyin. Şehrin dışında kumsallara kurulu ufak ve sevimli restaurantlarda hindistan cevizi soslu balık yemeklerini yiyin.
4). Ilha Grande’de mutlaka trekking yollarını yürüyün (sivrisinekler çok minik, çok sessiz, çok azılı ve gündüz vakti ısırıyorlar dikkat, Dang ateşi (aşısı yok) ve Sarı Humma (mutlaka seyahat öncesi aşı olun) çok yaygın!) ufak kumsallar keşfedin. Yanınıza kitap, piknik ve bol su alın, tüm gün deniz keyfi yapın (hava bulutlu bile olsa 50+ faktör kremi unutmayın, istakoza dönmeyin).



mutlaka yapın: anneyi şezlongu ve kitabıyla birlikte kuma gömme :)

Asla yapmayın diyeceğim şeyler;

1). Brezilya aşırı Body Positive bir kültür. Çok tombik, 9 aylık hamile ya da aşırı yaşlı kadınlar bile Brasilian denen tanga türü bikiniler giyiyor :) Totolar fazlasıyla özgür ve asla bakan, rahatsız eden kimse yok (ben klasik bir bikiniyle haşema giymiş gibi oldum diyeyim, anlayın) ama bikini üstü çıkararak güneşlenmek kesinlikle tabu, aklınızda olsun.
2). Rio ve Sao Paulo’da gece çıkacaksanız, suç oranının ciddi yüksek olduğunu bilin, yanınıza değerli eşya ve para (tanıdığımız bir çift uyararak bize yüzüklerimizi bile çıkarttırdılar) almayın. Gece taksiyle gidip gelin, yürümeyin. Karnaval zamanı bu kentler çocukla imkansız, aklınızda olsun.
3). Rio’da ünlü ipanema ya da copacabana kumsallarına gideceğinize - gidin tabii çünkü insan kaç defa bu kumsallara gelme şansı bulur ve hakikaten “manzara” şahane :)) ama bence daha küçük ve pırlanta gibi kumsallar olan Prainha ve Leme’ye gidin.
4). Sao Paulo'dan havaalanına gitmek, yoğun trafikte 2,5 saat sürebiliyor, son dakikaya bırakmayın (bizim gibi).

Sao Paulo'ya akşam inerken / Bizim de kaldığımız, mimarisiyle ünlü Copan Binası

sao paulo yaşamı :)

Mevsim seçimimiz (Nisan başı) çok iyiydi. Sonbahar yeni başlamıştı ama derece 24-32 arasında seyretti, çoğu gün hafif bulutluydu (ki güneşli olunca rutubet nedeniyle 30 derece dayanılmaz olabiliyor) ve bazı günler şakır şakır yağmur yağdı. Yüksekler serin, deniz kenarı sıcak, denizse hafif serindi. Her yer çiçek doluydu ama sapsarı mimozaları görmek - hem de bu mevsimde - beni çok şaşırttı. Acaba bu mevsimde bir daha mı açıyor bu kıtada?!

otelde duvara asılmış günlük turlar, 
maviden turkuaza seç beğen al :)

Dönüş yolu hakikaten yorucu ve maceralı oldu, çünkü 22 saat sürdü. Önce SP'da 2,5 saat trafikte kalıp uçağı kaçırdık sanarken, anlaşıldı ki pilotlar da aynı trafikte kalmışlar, rötar yedik. Tabii bize göre hava hoş, nasılsa Lizbon'da 3 saat bekleme var. Rötarlı varmamız daha bile iyi. Ama 14 saat sonra inince bir de Lizbon'da rötarı yiyince, "haydiiiii... bari çocuklar yeni bir ülke görmüş olsun" diye - fazla gezenler bilir bu hissi :)) havaalanından çıktık, metroyla merkeze gittik, mükellef bir öğle yemeği ve şarap keyfi yaptık, sonra ağırdan ala ala, sallana sallana havaalanına döndük. Bir de baktık ki rötar kalkmış! Uçak zamanında gözüküyor ve havaalanından çıkış yaptığımız için de boarding pass'lerimizin yeniden işleme tabii tutulması gerekiyormuş. İşlemleri hallettik, koştura koştura kapıya ulaşmaya çalışırken bir de baktık ki, uçak yeniden rötar gösteriyor :)) Neyse 22 saatin sonunda eve vardık ama ne varmak.. Bir defasında Avustralya'dan eve gelmem tam 42 saat sürdüğü için, Lizbon'daki yemek sırasında "bana komaaaz" surat ifadem:


Bir de, bu iki oldu; Lizbon'a gidip de Pessoa'nın evini göremeden geldik yine. Neyse ki bu sefer havaalanı metrosunun duvarındaki graffitisiyle poz verebildim :)) 


Şu anda evde herkes jetlagten muzdarip ve zencefilli çaylarımızı içerken, birbirimize bıçakla saldırmaya hazır bir ruh halindeyiz :)) ama değer miydi, valla değerdi! Yine gelir miyim, gelirim ama öncesinde görmek istediğim çok ülke var, belki artık anca yaşlılığımda bir daha gelirim.... Amin bin.

daha çoooook var :P

30 Mart 2024 Cumartesi

Mart sonu: her kış bir gün biter.

Beni merak edip, arayıp soranlara çok teşekkürler. Çok daha iyiyim. Kriz yaşanmadan, değişim olmuyor. Jung’un dediği gibi; bir insan ne kadar yaralıysa, o kadar iyi bir iyileştiricidir. Bu önermenin geçerliğini, anlaşılan, kendi hayat akışımda göreceğim….

Şu son bir ay bana çok iyi geldi. Çok uzun zamandır bu kadar ait ve güvende hissettiğim bir ortam olmamıştı. Rahim gibiydi benim için; sessiz, sakin, benden beklenenin sadece ortamın bana sağladıklarını sünger gibi emmek olduğu... Belki 11 senedir - tatillerde bile - böyle bir rahatlama yaşamamıştım. 

Bu bir ay içinde şahane insanlarla tanıştım ve hikayelerini diğer blogda paylaştım. Çok sevdim ben 6.45 yazılarımı; bilmem sana da ilginç, düşündürücü geldi mi..? Ne hayatlar var, bilmiyoruz... Herkesin içinde bir hikâye saklı. 

Açık söyleyeyim, onlara bağlandım. Ayrılırken gelip sarıldılar çoğu bana, ki bazıları için bedensel temasın ne kadar zor olduğunu biliyorum.. Birkaçına iyi geldiğimi, bazısına annelik, bazısına ablalık, bazısına yoldaşlık ve birine de çöpçatanlık yaptığımı :)) da biliyorum ama onlar da bana karşılığında aile oldular. Bu çok tuhaf bir duygu, normalde asla biraraya gelmeyeceğim, hatta büyük ihtimal uzak duracağım insanlar çünkü hepsi... Hayat çok tuhaf. Hayatta kalmak için kullandığımız kalıpyargılar, aslında bizi katılaştırıp yanıltıyor ve kısıtlıyor.. 

Kaskatı kalıplar içinde çırpınıp duruyoruz.

Ayrılırken doktorum bana teşekkür etti, bu da gözlerimi doldurdu hemen (artık tutmuyorum kendimi, gelince salıveriyorum, ohhh mis, yıllardır süren boğaz ağrım bile geçti). Tam olarak da şunu dedi (unutmamalı): "Seninle çalışmak bir zevkti, ne verilirse aldın, ne önerilirse yaptın, biliyorsun bu meslekte zordur bunu görmek. Sen benim de mesleğe dair umudumu yeniledin." Ahhhh. Sonra da ekledi: "bir daha asla karşılaşmamak umuduyla" :)) Şaka bir yana, orada bir B3 servisi olduğunu ve bunalırsam her zaman geri dönebileceğimi, oranın benim için güvenli bölge olduğunu biliyorum. Bu önemli.

Elimde taburcu formum, eve dönerken içim biraz pırpır etmedi değil çünkü ben ne kadar rahatlamış ve önümü görebiliyor hale gelmiş olsam da, evdekiler aynı kaldığı sürece benim yeniden burnout geçirmem an meselesi olabilir. Fakat bunu çocuklarla, eşimle ve saraylı kayınvalidemle konuşup kökten değiştirmeye ve ağırlığı kendi omuzlarımdan alıp diğerlerine dağıtmaya kararlıyım. 

Bu iş burada bitmedi tabii. Şimdi tatildeyiz ama Paskalya sonrası hemen pazartesi günü psikanaliz macerama başlıyorum. Tam 20 senedir "üfff püff" yaptığım psikanalizin aslında tam benlik olduğunu keşfetmem nasıl ama?! Şimdi, 2-3 sene haftada 2-3 seans psikanaliz macerası beni bekliyor, resmen filmlerdeki gibi klasik divana yatıp çocukluğuma ineceğiz, haydi hayırlısı... İnşallah geri çıkabiliriz.

İşte benden aysonu haberleri bu kadar. Sen nasılsın peki?

Bu sene, bir nevi şeker festivali gibi kutlanan Paskalya ile Şeker Bayramı da denen Ramazan Bayramı neredeyse çakıştı, bu durum çok tatlı oldu.. :) Herkese iyi bayramlar dilerim!

1 Nisan seçim sonrası ekleme: Yeni post girmeye üşendim şimdi ama bayram gibi bayram, bahar gibi bahar olmadı mı şimdi? :) Ferah ferah Allah içimize sindirsin ;)

Fotolar: Klinikteki sanat terapisi derslerinde yaptıklarımdan. Bunu mutlaka devam ettireceğim! Kâse kilden yapıldı, pişirildi ve boyandı ama kendime 8 kişilik seramik yemek takımı bile yapabilecek gaza geldim :))) Çok keyifliymiş!

8 Mart 2024 Cuma

Mart: kapıdan baktırır....

Şubat iyi geçmedi demiştim. Ard arda gelen hastalıklar çok yordu beni; yaşama dair neşemi, umudumu kırdı.. demiştim.

Bunları yazdıktan sonra, Şubat'ın son günü rahatsızlandım. Sabahtan başağrısı ve halsizlikle uyanmıştım ama ilerleyen saatlerde sadece vücudum değil, ruhum da kırılıyor gibi hissettim. Çıkış yolu bulamadım; yaşadığım huzursuzluktan, kendimden, hayattan.. 


Hiç kendi kendinden korktuğun oldu mu senin de? Kendine güvenemediğin, kendini tekinsiz bulduğun, birden kendi kendinin yabancısı olduğunu düşündüğün? Hiç olmadıysa ya çok şanslısın, ya da dümdüz, yüzeysel bir hayatın var.. Ama sen de yaşadıysan, beni anlıyorsun; yazdıklarımdan bana kaldığı gibi, okuduklarından da sana kalır belki bir şeyler..

29 Şubat günü, sabah yürüyüş ve kahve için buluştuğum arkadaşımdan ayrıldıktan yarım saat sonra, çok güçlü bir korkuyla kendimden korkmaya başladığım için, kendimle başbaşa kalmamak için, aile doktoruma gittim. 

Dedim ki: bir süredir depresif bir ruh halindeyim, çıkamıyorum ve tam şu an bir anksiyete atağı geçiriyorum, ne yapayım? 
Dedi ki: üniversite hastanesinin kliniğine git hemen. 


29 Şubat günü üniversite hastanesinin kliniğine giderken, kendi kendimi taşıyacak gücüm kalmamıştı. Tezer'in değimiyle, yaşamın kıyısında hissediyordum. Düşmekten korkuyordum.

Mesleğim dünyada en çok intiharın yaşandığı meslek, aynı zamanda da herkese doğallıkla ve kolayca yardım edebilirken, kendine nasıl yardım edebileceğini bazen bilemediğin bir meslek (belki tüm meslekler böyledir.. terzi ve söküğü meselesi bunu düşündürebilir..)


Aslında her psikoterapistin başına en az bir defa, çoğunun birkaç defa gelen "tükenmişlik" benim de başıma gelmişti, o kadar.. Fazla kullanımdan devrelerim yanmış, kullanılamaz, düşünemez duruma gelmiştim.. Birkaç sene önce de benzer bir bunalım yaşamış ama meditasyondur, tatildir, BDT ya da rahatlama teknikleridir, bir şekilde kendi kendimi iyileştirmiştim ama bu seferki bambaşka, nefes aldıramayacak kadar yoğun bir deneyimdi ve çok korkutucuydu.

Korku, insanı harekete geçirten bir güç aynı zamanda. fakat nasıl savaşacağını bilmeyince insan, dahası kendini hiç beklemediği bir savaşın ortasında görüp şaşırdığında ve utandığında, işler karışıyor. Evet çok utandım... Çok suçladım kendimi. Nasıl göremezsin dedim, sen psikologsun, bu sana nasıl olabilir? Özgüvenim yerlere düştü, şakır şukur kırıldı, bin parçaya bölündü. O zaman hatırladım işte; yıllar önce süpervizörümün (ki kendisi 70 yaşında 50 senelik terapist olduğu halde) dediği gibi: "ilk anksiyete atağımı geçirdiğimde, kendimi suçladım.. nasıl olurdu bu, ben bu işin uzmanıyken, bana bu nasıl olurdu?"... Ona olan, milyonlarca meslektaşıma olan, bana da oluyordu işte.. Terapist koltuğu ile danışan koltuğu, yer değiştiriyordu.... Hayatın tam o noktasındaydım. 


Daha önce çok duymuştum, yıllarca en zorlu vakalarla çalışırken kaya gibi sert durabilen bir psikiyatr vardı mesela, kedisi ölünce kendini yollarda hüngür hüngür ağlar ve bağırırken bulup ertesi gün doktoru olduğu kliniğe yatan.. Ya da yılların travma terapisti olup deprem sonrası ciddi bir atak geçirip kliniğe yatan. Ya da en yakınımda, 30 sene mesleği gururla yapıp birgün başkasına ufacık görünen bir nedenle kendini boğaz köprüsünden atan.. Bu kadar dramatik olmasa da, her terapistin, her psikoloğun yaşamının bir döneminde mutlaka bir bunalım geçirdiğini, aile sorunları yaşadığını, çocuklarının uyuşturucu müptelası olabileceğini, evlilik terapistlerinin 2 defa evlenip 2 defa boşananını, Jung'un kendisinin bile yıllarca klinikte yattığını, felsefecilerin, psikiyatrların, terapistlerin çoğunun hayatında böyle kırılmalar olduğunu biliyordum. Ama yine de kendi başıma gelişinden utanıyordum!

Danışanlarıma "bu ay çalışamayacağız, bir eğitimim var" derken, bu "eğitimin" aslında kişisel yoğun terapi anlamına geldiğini söyleyemiyordum... Gözlerimi kaçırıyor, "bir eğitim" diye geçiştiriyor, onların olgunlukla "tabii C. hanım, zaten şu ana dek yaptığımız çalışmalar bile çok yardımcı oldu bana, tabii ki bir ay ara verebiliriz" deyişlerini kalbimde bir bıçak sızısıyla yaşıyordum....

Tanrım ben kendime ne yapmışım, herkese merhametle koşarken, kendime nasıl bu kadar acımasız davranmışım....


Klinikteki doktorla bir buçuk saate yakın konuştuk ve mesleğim gereği, çok açık, ayrıntılı, direkt bir görüşme oldu bu. Sonuç beliydi: Tükenmişlik sendromu, anksiyete, depresyon, psikosomatik bozukluk. Geçmişte kendime zarar verme hikayem olmadığı ve şimdi de buna niyetim olmadığı, aksine bundan çok korktuğum, yani ölmekten, daha doğrusu yaşayamamaktan (çünkü tüm ölüm korkularının altında yaşayamama korkusu vardır) korktuğumu birlikte anladıktan sonra (ve tabii uzman biriyle bir buçuk saat konuşmanın rahatlatıcı etkisiyle) açılmıştım.. Durulmuş, biraz kendime gelmiş, yaşamın kıyısından bir adım uzaklaşabilmiştim.. O akşam eve dönerken, içimde yeniden kendime dair bir umut vardı, aslında bir aydır bastırdığım duygunun püskürerek boşalması sonunda, o duygunun geride kaldığına, bir adım attığıma dair bir iyimserlik.. En kötüsü geçmişti, kriz yaşanmıştı, şimdi iyileşme zamanıydı....

1 Mart benim için yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Psikiyatrımın önerisiyle, bu bir ayı tamamen kendime ayırmaya karar verdiğim, iyileşme sürecinde artık kendi kendime yetemediğimi kabul ettiğim ve dışarıdan yardım almaya başladığım gündü 1 Mart. 

Milattı.


Neyse, uzun lafın kısası 1 haftadır gündüz kliniğindeyim. Sabah çocukları okula bırakıp buraya geliyorum. 8.30'da başlayan terapilere, eğitimlere, spor, pilates, sanat ve müzik terapilerine, ergoterapilere katılıyorum. Öğle yemeğimi birbirinden ilginç ve naif ve tatlı ve bu serviste yatılı kalmakta olan insanlarla yiyor, öğleden sonraysa kimsenin benden bir şey istemediği, talep etmediği, hiçbir sorumluluk ve görevim olmayan 3-4 boş saat geçiriyor, bulduğum sakin bir köşede kitabımı okuyor, gerçek bir kalem ve kağıda bir şeyler yazıyor, her tür elektronik aletten ve iletişime dair talepten uzak, sessiz, sakin, işsiz güçsüz bir öğle sonrasını yaşıyor, akşama doğru doktoruma görünüp günün raporunu veriyor, demir hapımı alıyor ve mesaisi biten bir memur gibi evime dönüyorum. Kayınvalidem çocukları okuldan alıyor, eşim ve ben gelene dek başlarında duruyor, sormadım bile, benden bu kadar, devam edemiyorum, bir çözüm bulun ana oğul dedim.. İçime çekildim. Evet çocuklar çok da mutlu değiller, okuldan annelerinin almasını, onlara elceğizleriyle sağlıklı ara öğün vermesini, bir dediklerini ikiletmemesini özlüyorlar. Rutinleri bozulduğu için mutsuzlar, huysuzlanıyorlar ama yapabileceğim bir şey yok.. Ben kendimi toplayana dek böyle.


Klinikte, yine yeraltında sürünen kansızlığım nedeniyle demir hapı almam dışında herhangi bir ilaç önerilmedi bana, ki ben de 45 sene boyunca antidepresansız dayanabildiğim bu hayata, yine antidepresansız dayanabileceğimi umuyordum açıkcası... İhtiyacım olanın "biraz sessizlik, biraz sakinlik, biraz kendime odaklanmak" olduğu ve bunu da ev yerine klinikte yapmamın (çünkü evde kendime iş ve sorumluluk yaratacağımı biliyoruz) daha doğru olacağı düşünüldü, o kadar.... 

Açık söyleyeyim, başıma talih kuşu konmuş gibi hissediyorum. Cebimden tek kuruş çıkmayan bir tatile çıkmış gibiyim! Hayatımın son 11 senesinde ilk defa kimse benden bir şey talep etmiyor, beklemiyor, hiçbir sorumluluğum yok! Benden tek beklenen; hiçbir şey yapmadan, sakince oturmak. Yapamadığım ve yapamadığım için bunaldığım tam olarak bu: hiçbir şey yapmamayı, kimseyi umursamadan kendime odaklanmayı öğrenmek.. Sorumluluk duymamayı, görev edinmemeyi, boşvermeyi öğrenmek. Hatta doktorumun gülerek söylediği şekilde, benim ilacım: mindfulness'ın tam tersi; hiçbir şeye, hiçbir ana odaklanmamak.. Hafif, yüzeysel, umursamadan ve bencilce yaşamayı öğrenebilmek!

:) Evet böyle bir haftaydı işte... Çok arayan soran olduğu için, topluca yazayım, haber vereyim dedim. Beni merak etmeyin.. Haftasonu evdeyim, Pazartesi aynen devam. Kendimi iyi hissedene, yanmış devrelerimi onarana, yenileyene, içime yeniden bahar gelene dek böyle. Mart boyunca kesin böyle.. Nisan... Bilmiyorum, onu da yaşayarak göreceğiz...... 

Fotoğraflar: Bu ay kendime aldığım, bana hediye gelen ve bahçemde çıkan çiçekler <3 onlar da olmasalar, benim gayrı kimim var (Can Yücel) 

28 Şubat 2024 Çarşamba

Şubat: Dip noktası

Şubat kötü geçti, saklamayacağım. Üstelik aşırı uzunmuş gibi hissettirdi, bitmek bilmedi..

Bu ay çok duygusaldım, çok endişeliydim, çok felaket senaryoları yazar ve kendi kendini gerçekleştiren kehanetleri yaşar haldeydim. Bir de çok ağlaktım! Eskiden öyle kolay kolay ağlayamayan ben, bu ay boyunca sürekli, uluorta ve olur olmaz herkesin yanında ağladım durdum. Saldım gitti desem keşke ama saldığımdan değil, bildiğin artık tutamadığımdan. 

Ağlamak ve endişelenmek dışında başka ne yaptın dersen, resmen hiçbir şey. Tabii ki ev ve iş anlamındaki tüm sorumluluk ve görevlerimi yaptım ama o kadar. Kendim için hiçbir şey yapmadım.. Neredeyse kimseyle görüşmedim, bir iki sefer dışında blogları bile okumadım.. Kendimi kapattım, içime kapandım. Ha bir tek, sürekli kitap okudum çünkü okuduğum romanlardaki dünyaların, aklımı uçuran denemelerin, aforizmaların, söyleşilerin ve felsefelerin içinde yapay bir huzur buldum.. Ve her gün kendimle inatlaşarak, çoğu zaman kendimi zorlayarak, kısa da olsa, aforizma da olsa, yazdım. O kadar. 

Bu ay bu kadardı.. Dünya bu kadardı..

Kışın ve karanlığın dibini buldum. 

Mart'la birlikte bahar gelecek mi, yoksa daha uzun süre böyle mi devam edecek hiç bilmiyorum. Keşke güzel bir şeyler olsa; ne bileyim; yağmur dinse, güneş açsa ve ben bir sokak köpeği gibi silkelenip, kurusam ve ısınsam..

Bakalım Mart bana bu şansı verecek mi..?

Foto 1: Her sabah önünden geçtiğim, 1897'de inşa edilmiş ve içinde sanırım Rapunzel'in yaşadığı eve, uzun bir kıştan sonra bir sabah ilk defa güneş ışığı vurmuştu. Kaçırmadım! (21.2.24.)

Foto 2: Bu ayın sürpriz misafiri, komşunun çitası kedisi. Neyse ki pek çekingen, pek uslu bir hanımdı. 

31 Ocak 2024 Çarşamba

Ocak: Deli Ocak

Bu ay çenem çok düşüktü, bloğa bir sürü yazı yazdım (sonra nasılsa silerim diye içimi döküm durdum), şimdi de ayın son günü gelmiş, rapor vermeye kalkıyorum :) Bu ay böyle oluversin artık, umarım benden ve saçma sapan maceralarımdan bıkmamışsınızdır.. Bu ay biraz zorlandım, çeneme (klavyeme) vurdu diyelim...

Aslında hepsi 1'er hafta süren 3 farklı hastalığı ve sonuncuda eve gelen tam teşekküllü iki ambulans ve 6 doktoru saymazsak; yılın ilk ayı oldukça olaysız, sakin ve huzurlu geçti :)) Hattâ almaya başladığım demir takviyesi ve Mojo Listem’in verdiği aktif yaşam motivasyonu sayesinde "bir ben var bende, benden içeri" diyecek kadar kendime zıt, yani rahat, çal oynasın vur patlasın, sal gitsin'ciydim, ki beni tanıyanlar bilir, gayet kurallı, rijit ve obsesif bir rutinim vardır.. :)) Eh biraz da olmak zorunda, tek başıma her işin altından başka nasıl kalkayım, değil mi?

Ama 2024'te sorumluluk ve görevler kadar keyif ve neşe de olacak hayatımda dedim, çünkü son yıllarda eskisi gibi neşeli ve hafif biri olmayı adım adım unutuyorum sanki.. Yaşlanıyorum blog, huysuz ve katı bir yaşlı olmak istemiyorsam, bu gidişata keskin ve net bir son vermem lazım!


Bu gidişatı kırmak için, bunca hastalık ve Frankenştayn sendromuna rağmen yine de Mojo Listem'i unutmadım ve baya bir çabaladım: 

- Çok aktiftim. İki defa kayağa, bir defa donan göl üzerinde buz patenine, iki defa "salı yürüyüşleri" dediğim uzuuuun yürüyüşlerime çıktım, 4 defa yoga yaptım ve bir defa da spa ve saunaya gittim. Ama bazı bedensel sorunlar yaşadığım bir dönemdeyim, fazla da zorlamadım açıkcası; şu kuralı uyguladım: sadece içinden yapmak geliyorsa, yap! 




 - Çok okudum. 12 kitap okudum (bakınız sağ menüdeki okuma listem ve goodreads yorumlarım) ve 3 kitabı da dinledim (Osman Balcıgil - İstanbullu Hikâyeler, Mahir Ünsal Eriş - Gaip ve Acaip). Philosophy in an Hour (Paul Strathern) serisinden de Schopenhauer ve Sokrates'i dinledim. Aşırı derecede öneriyorum, belki felsefe anlamında çok yeni bir şeyler öğretmiyor ama özellikle "hayatı" bölümünü öyle keyifli anlatıyor ki, kahkaha attırıyor insana, muhteşem bir seri! Alchibiates'in her tür numarayı deneyip, bir türlü "hain emellerine" ulaşamaması ve halkın "bu adam bu kadar yakışıklı ve genç birine bile gönlünü kaptırmadıysa, üstün bir insan olmalı" fikrine nail oldukları bölümde "koptuğum", ölmeden önceki gece yazdığı yazıda açıkladığı ruh / beden ilişkisinde "aydınlandığım" Sokrates bölümünü aşağıya ekliyorum:


- Hindistan hayali kurdum: Çocuklarla James May izlemeyi seviyorum (aslında Top Gear ekibinden benim şahsi favorim huysuz Jeremy, çiftliğini izle derim! ama James çok tatlı, çok naif, çok eski tip bir adam ve çocuklarım onu ve basit espri tarzını çok seviyorlar). James daha önce Japonya ve İtalya'yı da gezdi ama bu sezon Hindistan'a gidince, çocuklarla birlikte izledik. Eşimle yıllar önce 2,5 ay Hindistan'da seyahat etmiştik ve çocukların biraz büyümesini bekliyoruz çünkü mutlaka onları da götürmek istiyoruz (ama oğlumun elleri her yerde ve sonra da sürekli ağzında - neden bu kadar hasta olduğuna şaşmamalı..). Tahmin ettiğim gibi çocuklar Hindistan'a bayıldılar. :) 1-2 seneye şu el-ağız olayını çözebilirsek bence ailecek de gideriz biz.


Sevdiğim birine upuzun bir mektup yazdım: Hayat gailesi nedeniyle üç haftadır görüşemediğim, konuşamadığım komşuma yazdım bu ay ve zarfa da mini mini laleler çizdim, Cevap gecikmedi: "çok sevindim, günüm ışıldadı" yazmış.... Bu da beni neşelendirdi! Her ay sevdiğim birine bir mektup yazmak istiyorum artık, gerçek bir kağıt ve mavi bir tükenmez kalemle...


- Tam dozunda bir sosyaldim. Ayın tek sosyal aktivitesi, ay başı buluştuğum ve hoş bir sohbetle 1,5 şişe savignon'u diplediğimiz 3 tatlı kadınla yaptığım biraz da sürpriz buluşmaydı.. Bu kadınların birinde kaldım o gece, dingin sohbeti öyle iyi geldi ki... Tek sosyalliğim buydu evet ama doyurdu.. 2024 kararlarımdan biri de saraylı kayınvalidemi halka indirmek ve torunlarına biraz ilgi göstermeye zorlamaktı.. Zorladım vallahi, çocukların da edepli zamanına mı denk geldi nedir, sonuç şahane oldu, bu sayede bir gece de eşimle yemeğe çıkmış oldum işte..


Tam dozunda bir asosyaldim: Bu ay "beni aramayıp sormayana gönül koymayacağım ama ben de artık tekrar tekrar aramayacağım, isterse ve özlerse, o arar sorar" tekniğini uyguladım ve aylardır görüşemediğim 2 arkadaşımla, yine görüşemedim :)) Ama tuhaftır, gerçek bir mesafe ya da olumsuz duygular da hissetmiyorum, sadece demek ki henüz yeterince özleşmemişiz diyorum sakince.. Zaten arkadaşlıklar böyle değil midir, araya uzun aralıklar da girse, bir araya geldiğimizde o sıcaklık devam ediyorsa, verilen aranın önemi yoktur.. Eskiden daha sık "o aramasa da ben arayayım" diyordum ama baktım ben arasam da bazı ilişkiler yine tıkanıyor, belki belli bir mesafe istiyor, şimdilerde ben de bu mesafeyle barışık yaşamayı öğreniyorum. 

bence de en güzeli.

- Mojo listemden No 87: Komik bir küfür öğrendim. Her ay 1 ayıpçı atasözü ya da küfür öğrenmeyi planlıyorum çünkü ben be o ke bile diyemeyen bir asilzadeyim maalesef. 45 yaşıma dek kibar geldim, yeminimi bozuyorum uleyn! Kötü kız olucam artık, bakıyorum kötülere bi'şeycik olmuyor!!! Söyliim mi (kibarcasını): Hıyarım var diyene tuzlukla koşmak :))) 

artık kötüyüm ben; 
simli melek dövmesiyle olduğu kadar :P

- Mojo listemden No 99: Yeni bir gazoz türü denedim. Aloeveralı gazoz. Efsaneydi!

Ben bu ay bunları başardım, ki hiç de fena değil bence. Olacak olacak :) 12 ay içinde benden çok daha dengeli, daha az rijit, daha esnek, daha neşeli bir ben çıkacak! Ah bir de şu hastalık üstüne hastalık dönemini bir atlatsak........! Amin amin! Hepimize sağlıklı, neşeli ve güzel sürprizlerle dolu bir Şubat diliyorum. Kışın çoğu gitti azı kaldı, haydi blog arkadaşlarım, birlikte dayanacağız :)))