24 Eylül 2015 Perşembe

Türkiye, beni yoruyorsun..

Valla politik yazmayacağım, bu sefer tamamen kişisel. Türkiye'ye son birkaç gelişimin dönüşünde ağır bir yük kalıyor üzerimde. Yok, bavula attığım leblebilerle alakası yok, resmen omuzlarımın üzerinde, midemde ve boğazımda bir yumru gibi bir yük.. Leblebiler ayrı hikaye..

Şu an Türkiye'deyim. Yüzyüze görüştüğümüz birkaçınızı dahi arayamadım, çok ayıp ettim ama içimden gelmedi. Beyaz yalan bile olsa yalan söylemek istemem.. Gerçekten içimden gelmedi, oysa sizi seviyor ve hayatımdaki yeriniz için şükrediyorum. Ama bu gelişimde 10 gün Bursa'da kaldım ve bir kez saçımı kısacık kestirmek, bir iki kez de bakkala kadar gidip simit almak dışında hiç dışarıya çıkmadım desem? Evet saçım tam 12 seneden beri ilk defa kısa, o da ayrı hikaye..

Ev hapsi gibi birşey yaşıyorum. Kızım zaten hasta geldi, iyice hastalandı, sonra iyileşir gibi oldu, bu sefer kırk yıllık sigara tiryakileri gibi öksürmekten uyuyamadığı için mi yoksa artık nedensizleşen ve bir karakter özelliğine döndüğü için mi bilinmez, ünlü huysuzluğu başladı ve koala gibi devamlı sarılma halinde. Şikayetçi değilim, insan herşeye, çocukla yaşama bile alışıyor, yokluğunu düşünemez oluyor. Stockholm Sendromu bu, ayrı hikaye..

Asıl hikaye ben ve Türkiye.

Türkiye'ye gelişlerim artık tatil özelliğini yitirdi, dinlenmek falan mümkün değil. Buna dair bir beklentim de yok. Aileyi ziyaret, özlem giderme olsa yetecek o da olmuyor çünkü ailemle her konuda apayrı düşündüğümüz için devamlı birbirimize giriyoruz. Ben çabuk sinirleniyorum, çenem durmuyor. Ailem de beni hala çocuk görüyor her konuda fikir beyan ediyor. Ben birden saldırıya geçmemeyi ve sakinleşmeyi, onlarsa yardım ve fikir istemeyen insana bu ikisinin zorla sunulmaması gerektiğini öğrenemediğimiz için, ortam çok gergin. Bir de üstüne küçük çocukla yaşamın verdiği zorluklar eklenince, hakikaten onlar da yoruldu, ben de yıprandım. Aslında tatili 1 hafta daha uzatabilecek konumdayken, ne onlar yanaştı buna, ne de ben.. 4 gün sonra eve dönüyorum.

Ne zaman bu kadar farklılaştık? Eteğime koala gibi yapışan kızım da bir gün benden böyle apayrı olacak, o da yaşamın bir basamağı, olması gereken bu tabii. Yine de tuhaf seni yaratan iki insandan böyle ayrı düşmek..

Bence asıl konu biraz da benim son yıllarda geçirdiğim değişim. Türkiye'den çok farklı bir ülke Almanya, hem politik ve sosyal yapısı farklı, hem de insanlara dikte ettiği ideolojik sistem farklı. 3 kez evden dışarı çıktım ya,bunların tamamında eve perişn döndüm. Birinde trafikte 2 saat geçirmekten, diğerinde resmen sokak ortasında yumruk yumruğa dövüşen adamlar gördüğümden, en çok da bağıra bağıra konuşan, devamlı ses müzik gürültü karışımı içinde yaşıyor olmaktan, herkesin sanki çok önemli işler peşinde gibi devamlı koşturmasından, birbir önüne atılmasından, kalabalıklardan, saygısızlıklardan, haldır huldur yaşamdan perişan oldum.

Ben sakinliğe, sessizliğe, sade yaşama alışmışım iyice. Kendi yaşamımı bile gereğinden hızlı bulurken, buradaki koşturma, gürültü, karmaşa beni çok yordu. Dikkatimi toplayamaz, sakinleşemez hale geldim. Bu da en yakınımdakilere saldırmama, en ufak pürüzü büyütmeme, tahammül edemememe neden oldu. Oysa buradaki insanlar alışıklar bu devinime, benim yavaşlığımı sessizliğimi duyamadılar, daha da üstüme geldiler, devamlı fikir ve önerilerle bunalttılar. İstediğim sadece oturup şu karşı zeytinliklere bakarak çay içmekti oysa..

Yoruldum. Gel seni dinlendireceğiz diyenler yordu beni. Niyetleri bu değildi, sadece ayrı devinim frekansındayız ve ben bu hıza adapte olamıyorum, devrelerim atıyor. Koşturmayalım istiyorum, sakin konuşalım, fazla bağırmadan, sessizlik içinde olalım istiyorum. Olmuyor. Her an dolu dolu olmalı, sade yaşam eksik yaşam sanılıyor..

Türkiye hep böyle miydi? Ben gideli mi hızlandı yaşam? Ben farkında değil miydim? İnsanlar onları yoranın, gerenin, birbirlerine tahammülsüzlük yaşamalarının, tatminsizlik ve anlamsızlık hissinin ve hatta mutsuzluklarının nedeninin bu hızlı ve gürültülü yaşam olduğunun farkında değiller mi?

İlk defa, akşam 6'da sokakların bomboş olduğu, 7'den sonra açık bakkal bile bulamadığın, özellikle kışın Pazar günleri bir insan yüzü bile görmediğin, soğuk ve mesafeli, sessiz ve kendiyle ilgili insanlar ülkesi Almanya'yı özledim sanki.. Ben mi değiştim yoksa ülke mi?

11 Eylül 2015 Cuma

Narcos ve Türkiye benzerliği

Gelmiş geçmiş en bela uyuşturucu trafiğinin kilit ismi Pablo Escobar’ın güçlenmesini, Kolombiya’yı sürüklediği iç savaşı ve yakalanmasını anlatan, tarihi ve sosyal anlamda gerçekçiliği ile çok başarılı bir yapım olan “Narcos” dizisini izliyorum ve ülkemizde yaşananlarla benzerliği beni şaşırtıyor (ve korkutuyor).

Pablo Escobar da, aynen bizim ülkemizdeki ismini anmak istemediğim bir kişi gibi varoşlardan geliyor ve varoşlar içinde beslenerek, çete delikanlısı konumundan dünyanın en bela uyuşturucu kartelinin başına ve hatta neredeyse Kolombiya’nın devlet başkanı olma konumuna dek yükseliyor. Toplumun çok alt katmanından bu derece yükselebilmek için, bence ciddi bir zeka ve ihtiras sahibi olmak gerekir çünkü kağıt üstünde olmasa da aslında her toplumun kendi sosyolojik yapısının
Devamını sağlamak üzere oluşturduğu gizli bir kast sistemi vardır ve bir kişinin bu sistemin en altından en üstüne yükselmesi var olan sosyal kural ve engellemeler nedeniyle genellikle mümkün değildir. Eğitim ya da sosyal zeka bir yol olabilir fakat yine de elini çamura bulamadığın, kurallara uygun davranıp oyunu “adil” oynadığın sürece aslında kazandığın “para” olsa da “mevki” olmaz (görmemiş zenginler) ve ne yazık ki kast sisteminde ömrü boyunca anca bir arpa boyu yol gidebilir bu insanlar. Fakat oyunu kirli oynamayı seçersen, işte o zaman iş değişir.

Pablo Escobar da bunlardan biri. En başlarda kazandığı kirli parayı varoşlara yatırıyor, kendi gibi olan insanların saygısını ve bağlılığını kazanıyor. Aynen bizdeki gibi, zenginden alıp yoksula veren bir Robin Hood resmi çiziyor. Ona öykünen varoş insanı tabii ki ona özeniyor, “bizim aramızdan çıkan başarı hikayesi” diye anıyor, zamanla kahramanlaştırıyor, idolleştiriyor, tapınmaya başlıyor. Aynen bizdeki gibi. Bu arada aslında varoştan gelmeyen ama bir şekilde haksızı koruma hassasiyeti olan, eğitimli orta sınıf da bu “güçlü zavallı”ya sempati duymaya, “işte halkın içinden gelen ve halkı gerçekten anlayan biri” gözüyle bakmaya ve önce gizli daha sonra kişi güçlendikçe açık hayranlık duymaya ve destek vermeye başlıyor. Bu aşamada aslında “niyet” önemli, o niyete ne anlamda ulaşıldığı fark etmiyor ve kişinin “gerçek emeli” göz ardı ediliyor. Pablo Escobar’ın aslında uyuşturucunun kirli parasını temizleme emeli ya da bizdeki sosyo politik alt düşüncenin gizlice tabandan tavana yayılmasındaki benzerlik gibi..

Bu noktada toplumun üst kesimi tepkisiz hatta duyarsız çünkü kendilerinden alınan bir para ya da mevki olmadan fakirlerin yardım görmesi, çok da umurlarında değil.

Fakat iş bu noktada kalmıyor. Güçlenen ve ilgi gören kişi, kendini aslında olmadığı ama ezilmişliğin yarattığı tepkiyle içten içe hep olmak istediği “varlıklı ve mevki sahibi kesim”den biri olarak görmeye başlıyor. Varoşlardan ve orta düzeyden gelen hayranlık ve destek ile, zaten psikolojik anlamdaki yoksunluğun yarattığı “ben neymişim” yanılgısı ve narsistik kişilik yapısı, aslında hazır olmadığı, tanımadığı yabancı sularda yüzmeye başlamasına yol açıyor. İlerliyor, ilerliyor, artık kıyı gözden kaybolduğunda ise ne yapacağını bilemiyor. Aynen Pablo Escobar’ın “devlet başkanlığına adaylığı” ve sadece muhalefete yönelik ölümcül baskısı, askeri, politik ve yargı sistemlerindeki kilit kişilerin gündüz gözüne “faili meçhul” katledilmesi ya da göz göre göre toplumun kilit isimlerine yönelik yıpratıcı saldırılar, kaçırmalar, rehin almalar, kendi çıkarı için toplumu iç savaşa sürüklemeler, çocuk bebek demeden insanların katledilmesi ve tüm kirli sisteme boynuna kadar gömülen ve hala kendini AK gören bir Escobar. Ne yazık ki bu da aynen bizdeki durum gibi, yine..
Ve politik güvensizlik, toplumda “geleceğe ynelik kaygı” ve mutsuzluğun artması, insanların umudunun tükenmesi, her bir umut çiçeğinin kirli politik oyunlarla ya da kartelleşmiş derin devlet müdahaleleriyle sökülüp atılması. Sanırım Türkiye’nin de geldiği durum bu şu anda.

Ve o noktada aslında korkan, bulunduğu yerin ne kadar derin olduğunu ve aslında yüzmeyi o kadar da iyi bilmediğini, en yakınındaki adama bile güvenemediğini fark eden bir Escobar. Ya da yine bizdeki benzeri. Ve delirmiş gibi sağa sola, bu kadar da olmaz artık dedirtecek decerede saldırmalar. Son çırpınışlar ve bu arada iç savaşla, kartellerin birbiri ve askeri çevrelerle girdikleri çarpışmayla yangın verine dönen bir ülke, Kolombiya. Ya da Türkiye. Yine çok farklı değil. Ve dış dünya izliyor. Ve zenginler hala izliyor. Facebook olsa 89’da, herkes kumsaldaki ayak bacak fotoğrafını koyuyor, ara sıra da profilini karartıyor, bayrak resmi asıyor ve kendini AKlıyor diyeceğim.

Dizide şu an geldiğimiz noktada Escobar devletle “barış” anlaşması imzalıyor ve kendine polisin 3 km’den fazla yaklaşamayacağı ve istediği şekilde jakuzisine, tv odalarına, havuzuna girip çıkacağı bir “kişisel hapishane” inşa ediyor. Görünürde “1 defaya mahsus yaptığı uyuşturucu trafiğinin cezasını çekmekte” ama aslında saraya benzer hapishanesinde kendi adamlarıyla, kanunlarıyla ve dışardan tamamen korunarak varlığını sürdürmek ve bir sonraki adıma “hazırlanmak”. Bakın bu noktada AKlanıyor ve bence Türkiye’de de aynen bu adımın arifesindeyiz. Kendini kendi pisliğiyle aklayan bir lider, kendi kurallarına göre sadece dıştan görüntüyle “ceza çekecek” elbet ama içten aslında sadece kendine yarayan bir sistemde varlığını sürdürmeyi garantilemiş olacak. Türkiye’nin veya Narcos’un ikinci sezonunda ne olacak göreceğiz (bu kadar paralelliğe şaşırıp, bu işin sonu nasıl olacak diye merak ederseniz gerçek hikayeyi buradan okuyabilirsiniz).

Tarih tekerrürden ibarettir boşuna denmemiş..